Nedir bu?
Haydi, birlikte dolduralım.
Ben 1975 doğumluyum. 1982 yılında ilkokula başladım. Beğenin ya da beğenmeyin, bugün ülkeyi yönetenlerin, orta kademe yöneticilerin ve birçok çalışanımızın yaş aralığı benimle aynı. Yani şimdi bizim neslin zamanı.
Ben, hiç tanıyamadığım; çalışkanlığı, üretkenliği dilden dile dolaşan bir çiftin beşinci çocuğuyum. Anadolu’nun kıymetli şehirlerinden biri olan Kayseri’nin, kendine has bir mahallesinde başladım ilkokula. Okulun ilk günü... Rahmetli annem, eğitimi Ali Okulu'nda tamamlamıştı. Kolumdan tutup adeta sürüklercesine evimize en yakın okula götürdü. Beni bir sınıfa sokup ön sıraya oturttu. Ardından da bana dönüp şu cümleyi söyledi:
“Bu teyze ‘eve git’ demeden sakın eve dönme. Ağlama! Zorluk çıkarırsan... Kemiklerini kırarım!”
Bahsettiği "teyze", sınıf öğretmenim Hayri’ydi.
Sahipsizlerin ve Kimsesizlerin Azraili
Ben kendimi bildim bileli, evde başlayan şiddetin okula da taşındığı bir hayat yaşadım. Otoritenin devredildiği, daha doğrusu “paylaştırıldığı” bir sistem vardı. Ailemde başlayan baskının devamı, bu öğretmenle geldi. Eğitim hayatım, tam anlamıyla bir ızdıraba dönüştü.
İlkokulun beş yılı boyunca okuma yazmayı geç öğrenmiş, çarpım tablosuna bir türlü hâkim olamamış, derse hâlâ adapte olamamış bir çocuk olarak, öğretmenimden “bunun babası yok” sözünü duyduğumda içimden bir şeyler kopmuştu. “Eti senin, kemiği benim” anlayışıyla büyüyen bir kuşakta, “fakirlik” de eklenince ayrımcılığın en dibini yaşadım.
Ben, arka sıraların sümüklü mazlumu; öğretmenin “getirin şu çocuğu” dediğinde tokatlamak için çağırdığı bir kum torbasıydım.
Ama o çocuk... O çocuk, yine de okumak istiyordu.
Dayaktan başını kaldırabildiği her fırsatta iki satır okumaya çalışan, umudunu yitirmeyen, içindeki öğrenme arzusunu bir kardelen gibi kimseye göstermeden büyüten bir çocuk... O çocuk bendim.
Yıllar Sonra, Bir Koridorda
Aradan yıllar geçti. Bir hastane koridorunda, o “müstesna varlıkla” karşılaştım yeniden. Kalbim hızlandı, nefesim daraldı. İçimdeki çocuk hâlâ ondan korkuyordu. Bu da gösterdi ki, zaman geçse bile bazı yaralar hâlâ kabuk bağlamamış.
Doğan Cüceloğlu, nur içinde yatsın. Bir gün bana “Ne iş yapıyorsun?” diye sormuştu. “Mobilyacıyım” diye yalan söyledim. Sebebi? Onun “Senin kafan çalışmazdı” yargısını yıkmak istemememdi. O, yıllar önce böyle düşünmüştü. Ve bu düşüncesi hâlâ bende ağır bir izdi.
Ama sonra ikinci bir yorum yaptı:
“Öyle mi? Aferin! Zaten o yıllardan belliydi, senin parlak bir geleceğin olacağı…”
O an anladım: İnsanlar bir cümleyle öldürebilir, bir cümleyle yeniden doğurabilir.
Peki Ben Ne Oldum?
Onun öve öve bitiremediği bazı sınıf arkadaşlarım mühendis oldu, bazıları öğretmen.
Ben mi?
Sırayla… Her ikisi de!
Ama belki şartlarım farklı olsaydı…
Belki bu ülkenin hâlâ hasretle beklediği teknolojiler daha önce üretilmiş olacaktı.
Belki benim gibi “kum torbası” yapılan çocuklar kaybedilmeseydi, bu ülke bu kadar geri kalmayacaktı.
Belki o zaman; Adnan Kahveciler, Aziz Nesinler, Ahmet Taner Kışlalılar, Eşref Bitlisler, Uğur Mumcular, Hrant Dinkler, Ömer Halisdemirler… daha da çoğalacaktı.
Ama olmadı.
Çünkü "Hayri" gibi insanlar sadece bir kişiyi dövmedi; bir geleceği ezdi.
Ve onları örnek alarak işini yapıyorMUŞ gibi yapanlar sayesinde, bu ülkede 80 yılda geliştirilen tek teknoloji "uyku teknolojisi" oldu. Bir de heykel "üretimi"... Onu da unutmayalım.
Zeki Beyinler, Karanlığa Kurban
Doğru yönlendirilseydi büyük işler başaracak nice beyin, “başka eller” tarafından devşirildi.
Yönünü bulamayanlar, kimliksizleştirildi.
Bazıları teröre kurban gitti.
Bazıları hiç fark edilmedi.
Mesela… Özge öğretmen gibi.
Bugün hâlâ ders çıkaramayan bir toplumuz.
Bugün hâlâ boşlukları konuşuyoruz.
"Tag" Davası: Bu Boşluklar Neden Doğdu?
Adliyede ilginç bir dava vardı bugün: "Tag" davası. Detaylarını bilmiyorum. Ama tahminim şu:
Yine bir boşluk.
Yine bir görevini yapmayan.
Yine bir "mış gibi yapan."
Zamanında görevini hakkıyla yapmayıp, “daha fazla ev, daha fazla araba” diyen taksici, bakkal, öğretmen, müdür… Kim varsa, o boşluğu yarattı. Ve sonra o boşluğu birileri geldi, doldurdu.
Tıpkı mahallemizdeki Murat Bakkal gibi…
Teraziyi oynatıp tarihi geçmiş ürün satan... Kutudan çıkarıp tane ile satmaya çalışan...
Daha daha daha derken kendisini yok eden...
Ve sonra şikâyet ettikleri üç harfli marketlerin doğmasına zemin hazırlayan...
Türkiye’de İki Muş Var
-
Muş ili: 2020 sayımına göre 411 bin nüfuslu.
-
Bir de gerçek nüfusu ölçülemeyen "MUŞ"lular var:
-
YapıyorMUŞ gibi yapanlar,
-
ÖğretiyorMUŞ gibi yapanlar,
-
KoruyorMUŞ gibi yapanlar…
İşte ben de buradan o yapıyorMUŞ gibi yapanlara sesleniyorum:
Yeter!
Ya işinizi layıkıyla yapın,
Ya da yapabilecek olanlara alan açın!
Çünkü siz boşluk bırakmasaydınız, biz bu boşluğu doldurmak için mücadele etmek zorunda kalmayacaktık.